Yaklaşık üç yıl elimde Murat Belge’nin İstanbul Gezi Rehberi ile sokak sokak gezerken gözümden kaçan nadide mekânlardan. Vakti zamanında kralların kraliçelerin uğramayı ihmal etmediğine dair fotoğrafları ile süslüdür duvarları. Meşhur oyuncular dönemin ünlülerinin geçmiş zamandaki suretini de görebiliriz böylece. Duvarda asılı bir gazete kesiğinden edindiğim bilgiye göre Atatürk bile eski müdavimlerindenmiş. Hatta henüz Atatürk namı ile anılmazken şahsına veresiye yaparlarmış mekânda.
Bugüne kadar yediğim en lezzetli kâğıtta levreği burada tatmışımdır. Abartıp kâğıtlarını bile çiğnedim desem yalan olmaz :) Lakin pahalıdır yemekleri, idare ederdir servisi. Esnaf lokantalarının demirbaş olmuş garsonları karşılar sizi. Nedense geneli asık suratlıdır ve yemeğinizi hızlı tüketip gitmenizi isterler. Turistler gelsin başkası uğramasa da olur zihniyeti tavan yapmıştır.
Ulaşmak şaşılacak kadar kolaydır, hatta birçoğunuz defalarca önünden geçmiş ama görmemişsinizdir. Mısır Çarşısının denize bakan kapısından girer girmez iki adım atılır durulur, sola dönülür. İki adım atılır tekrar sola dönülür. Daracık merdivenlerin tepesinde ruhuna yakışmayan ışıklar ile Pandeli Restaurant yazar. Yavaş yavaş çıkılır merdivenler. Eğer yukarıdan inen bir turist kafilesine rastlarsanız geri çekilip yol vermenizi öneririm inat edip çıkmaya devam etmeyin. Etine dolgun insanlar ile o merdivenlerden yan yana geçmeniz güç olacaktır. Duvara yapıştım geçsinler diye ama nafile. Yirmi kişi şen şakrak konuşmaları gülüşmeleri ile sürtüne sürtüne geçti önümden. Çıktığınızda küçük bir avlu karşılar sizi, bahsettiğimi gazete parçası da buradaki duvarlardan birinde çerçevelenmiş durmaktadır. Eski reklamlar ve bir takım ıvır zıvır daha görürsünüz. Beyaz gömlekli kır saçlı garsonlar karşılar sizi. Nerden geldi yahu bu adamlar der gibi bakarlar. Esnafın genelde turist sanıp bilumum dilde konuşmaya çalıştığı bir tipiniz olsa bile. Çevreyi gezinirken gelip yemeğiniz soğuyor derler sinir ederler insanı. Fotoğraf çekmenizden rahatsızdırlar. Ama yemeklerin lezzeti hepsini unutturacak türdendir. Hele o üzerinde döner ile gelen nefis börek camdan Eminönü manzarasına bakarken alır götürür sizi. Cam kenarındaki bir masaya konuşlanmak en iyi seçimdir. Sadece öğlenleri servis vardır. Servis ne çok ilgisiz nede abartılıdır. Seviyeli bir şekilde sunulur herşey. Bir şeyler sorarda cevap almak isterseniz “Merhaba uzaylı ben dostum.” demeniz yerinde bir giriş olacaktır. Mekân defalarca ziyaret edilmiş yazılanlar farklı çalışanlar ve farklı masalarda test edilmiştir :)
EMEL (ALTAN) EGE’nin http://www.geziyorumlari.com sitesinde okuduğum yazısından alıntıdır!
Yazının tamamını şu adreste bulabilirsiniz:
http://www.ikiem.com/altan_dosyalar/pages/EMELALTAN/pandeli.htmEmel Altan Egenin kişisel web sahifesi ise şu adreste: http://www.ikiem.com
…1940’daki son büyük yangın felaketinin ardından aslına aynenuygun olmasa da 1943 – 1945 arası onarılarak yeniden açılan Mısır Çarşısı’nın bu bölümü, o tarihten sonra Çarşı Lokantası olarak hizmet vermeye başladı. Dışarıda yemek yemek için genelde akşam gidilen mekanları tercih eden İstanbullular’ın, sadece öğle saatlerinde servis verildiği için fazlaca tanımadığı ama pek çok yabancının İstanbul programlarındaki öğle yemeklerinde mutlaka yer verdikleri PANDELİ LOKANTASI 1956’dan bu yana çok özel mönüsü ile misafirlerine burada hizmet sunuyor.
Birbiri içine geçmiş turkuvaz çinili odalar, aynalarda tekrarlanıp sonsuza giden görüntüyü anımsatıyor.
Lokantanın içinde yer aldığı binanın ilginç öyküsü yanında, lokantanın kurucusu olan PADELİ ÇOBANOĞLU’nun da hüzünlü ama istikrarlı bir yükseliş öyküsü var: Sekiz kişilik yoksul Rum aile 1900’lerin başında göçmüş İstanbul’a, Niğde’den. Babaya yardım edip geliri biraz olsun arttırmak küçük Pandeli’ye düşmüş o zaman. Ekmeğin karneyle satıldığı günlerde bir bakkalın yanında çalışmaya başlamış. Ama aklı fikri çeşit çeşit yemeğin vitrinlere dizildiği lokantalardaymış. Bir gün, Kürkçü Han’daki köftecinin camında gördüğü ” Bulaşıkçı aranıyor” ilanı hayatının akışını değiştirivermiş küçük bakkal çırağının. Bir yandan işini yaparken bir yandan da ustasını izleyerek “köfte” yapmanın püf noktalarını öğrenmiş. Çukur Hanı’ın merdiven altında, hazırladığı köftelerle piyazı çevredeki esnafa satarak ilk işini kurmuş. Gece gündüz demeden çalışmış. 1926 yılında, Eminönü Balık Pazarı’nda kendi adını taşıyan küçük lokantasını açıp, İstanbul mutfağının en güzel yemekleri ile kendi geliştirdiği özel lezzetleri misafirlerine sunarak ününü sanatçılardan devlet adamlarına kadar çok geniş bir kitleye duyurmayı başarmış. Spesiyaliteleri arasında en sevilenlerden kağıtta levrek, sebzeli incik, suböreği, patlıcan böreği, kılıç şiş, piliç dolması, bademli kurabiye ve daha nice lezzeti kimler tatmamış ki; İstanbul valileri, devlet adamları, yabancı ülke kralları, dünyanın en ünlü isimleri …
* Bu yazıya aradan geçen beş yıldan sonra bir ekleme yapmak istiyorum. Fiyatlar eskisinden daha pahalı garsonlar daha gudubet olmuştur. Lezzet konusunda kâğıtta levrek şanını sürdürmekle birlikte diğer yemekler, bu gibi gittikçe ünlenen mekânlardaki akıbetine uğramış çok şey kaybetmiştir. Yinede bir kere gidilmesi, gittim gördüm bende orada yemek yedim denilmesi uygundur.